Aşağıda anlatacağım hikâye yaşanmış, gerçek bir
hikâyedir. Üniversitedeyken bir hocamız anlatmıştı. Bu hikâyeyi dinledikten
sonra hayata daha farklı bakmaya başladım. Benim için bir ufuk açtı. Hikâye
hatırladığım kadarıyla şöyle:
“Kurtuluş savaşı yıllarında Maraş da işgal altındadır.
Önce İngilizler işgal ederler. Bir süre sonra onlar çekilirler ve yerlerine
Fransızlar gelirler. Özellikle Fransızların gelmesiyle olaylar artar ve Maraş
halkı oldukça rahatsız olur. Şehir halkı kendi içinde örgütlenerek düşmana karşı
bir mücadele başlatır.
Bu mücadeleye 7’den 70’e kadın erkek herkes katılır.
Sadece Maraş’ın merkezinde olanlar değil, ilçelerindeki insanlar da bu kurtuluş
mücadelesini duyunca, vatanı savunmak ve bu aziz toprakları düşmandan kurtarmak
için mücadeleye katılırlar.
Maraş’ın bir ilçesinde yaşayan bir vatandaş da, düşmana
karşı başlatılan bu mücadeleyi duyunca hemen katılmak ister. Evine gelir. Yaşlı
annesi, karısı ve iki çocuğuna veda eder, onları Allah’a emanet eder ve düşer
yollara. O yıllarda ulaşım şimdiki gibi kolay olmadığı için günlerce yol gider
ve düşmana karşı Maraşlılarla birlikte mücadele ederler.
İletişimin şimdiki gibi cep telefonlarıyla, internetle
sağlanmadığı o yıllarda köydeki ana, savaşa giden oğlundan, kadın da kocasından
uzun bir süre hiçbir haber alamaz. Öldü mü kaldı mı bilmezler. Hep dua ederler
evin erkeğinin geri dönmesi için.
Yaşlı kadın oğlunun dönmesini isteyerek: “Yeter ki oğlum
sağ salim dönsün de, varsın bir organı bir uzvu eksik olsun. Yeter ki dönsün”,
der ve böylece günlerce gözyaşı döker. Adamın karısı da içten içe ağlar ve o da
dua eder kendince: “Yeter ki kocam evine dönsün. Evlatlarımın acısını bile
görmeye razıyım, yeter ki gelsin.”, diye yakarır.
Günler böyle, zaman hızla ama bir o kadar da acı bir
şekilde geçer. Aradan geçen uzun günlerin ardından Maraş’taki mücadele sona
erer. O tarihlerde Maraş “Kendini Kurtaran Şehir” olarak adlandırılmaya
başlanır ve Maraş halkının bir kısmı çevre illere de yardım etmeye giderler.
Maraş halkı düşmanı şehirden kovar ve Maraş’ı yeniden bağımsız hale getirir. İstiklal
Madalyasına layık görülür. Tüm bunları yaparken pek çok şehit verir ve bir o
kadar kişi de gazi olur.
Bu gaziler arasında, evini, ailesini, çocuklarını bırakan
kahramanımız da vardır. O da mücadele sırasında bir şekilde ayağından yaralanmıştır.
Savaş esnasında hemen tedavi edilmediği için kangren olur ve ayağı kesilmek
zorunda kalır. Ayak bileğinden keserler.
Adam bir ayağını kaybetmiş şekilde aylar sonra köyüne
döner. Evine gittiğinde büyük bir sevinç yaşanır. Adam ailesiyle hasret
giderir. Herkes çok sevinir ama adamın bir ayağını kaybetmiş olması da üzer
herkesi. Ama aslında bu, adamın annesinin ettiği duanın karşılığıdır. O an bunu
kimse fark etmez.
Aradan birkaç hafta geçer. Önce çocuklarından birisi
hastalanır ve vefat eder. Daha onu acısını yaşıyorlarken aradan bir hafta geçer
bu kez de diğer çocukları vefat eder. Aile iki evlat acısı birden yaşar. Ama
aslında bu durum da, adamın karısının ettiği duan karşılığıdır. O an herkes
yaptığı hatayı anlar. Bir daha böyle dua etmeyeceklerinde dair söz verirler. Ve
bir ömür de hep daha iyi olsun diye dua ederler.”
Olay tam olarak böyle yaşanmamış olsa bile hatırladığım
kadarıyla aşağı yukarı böyleydi. Hocamız bu olayı anlattıktan sonra bize
nasihat etmişti. Dua ederken Allah’a bir karşılık sunmayalım diye. Allah’ın
hazinesi zaten çok geniş, ondan isterken karşılıksız isteyelim diye.
Bu olayı öğrendikten sonra hayata bakışım değişti. Artık
dua ederken hep daha iyi olsun diye dua ediyorum. Yeter ki şöyle olsun da, onun
karşılığında şu şey bende olmasın demiyorum artık. Zira çok iyi biliyorum ki,
Allah isterse istediği kadar verebilir. Hem de bizden bir şey eksiltmeden
verebilir.
Ayrıca bu hikâyeyi öğrendikten sonra çevremdeki insanlara
dikkat ettim. Bazılarının da bu tür ifadeler kullandıklarını gördüm. “Aman
yeter ki şu şey olsun da filanca şeyin elimizden gitmesine razıyız.”, gibi. Bir
de hastanede yattığım zamanlar çok duyduğum bir dua vardı. İnsanlar özellikle genç
hastaları gördüklerinde şöyle dua ediyorlardı: “Allah bizden alsın da ona
versin, biz zaten yaşayacağımızı yaşadık”, diyorlardı. Ben de içimden: “Allah
hem size hem o genç kardeşimize sağlık versin”, diyordum.
Diyorum ya, Allah’ın hazinesi sonsuz. O’nun gücü her şeye
yeter. Dua ederken bir karşılık sunmasak da o bize verir. Bize düşense
verdiğine de vermediğine de şükretmek.
Bununla ilgili bazı ayetler ve hadis-i şerifler var.
Düşüncelerimi daha iyi anlatabilmek adına onlara da yer vermek istiyorum. Zira
ben ifadede aciz kalıyorum:
Bakara suresi 186. ayette Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kullarım,
beni senden sorarlarsa, bilsinler ki, gerçekten ben onlara çok yakınım. Bana
dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları
için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”
Peygamberimiz’in (s.a.v) de belirttiği gibi yüce Rabbimiz
öyle zengindir ki, kendisinden istendikçe hoşnut olur. Kapısı herkese açıktır.
Bütün kullara her istediklerini verse hazinesinden hiçbir şey eksilmez.
Yine peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Allah
Teâlâ, yeryüzünde dua eden hiçbir Müslüman’ın isteğini boş çevirmez, muhakkak
bir karşılık verir. Ya kulun isteği şeyi verir, ya onun yerine kendisinden bir
kötülüğü defeder ya da isteğinin karşılığını ahirete saklar.” (Tirmizi, Hakim,
Müstedrek)
Faydalı olmasını, anlatabilmiş olmayı umuyorum. Bir şeyi
de merak ediyorum: yukarıdaki olaydaki gibi bir şey yaşayan var mı? Siz ya da
çevrenizde böyle bir durumla karşılaşan var mı? Gerçekten çok merak ediyorum.
Eğer varsa yorum yazabilirsiniz ya da iyiolsunblog@gmail.com
adresine mail atabilirsiniz.
Dua edelim. Hep daha iyi şeyler için ve hep daha iyi
olsun diye dua edelim. İnanıyorum, hayatta her şey olmasa bile bazı şeyler daha
iyi olacak, Allah’ın izniyle.
kıssadan hisseyi almanın güzel bir örneğini paylaştığınız için teşekkürler.
YanıtlaSilTeşekkür ederim. (:
Sil